Aceleci adımlarla sokakta ilerleyen onlarca insan arasında durup, gitmem gereken yerin ne kadar uzak olduğunu kestirmeye çalışırken, içimdeki boşlukta kaybolup giden düşlerimin ardından bakakaldı gözlerim. Artık uzaklıklar anlatılamayacak ve gözle görülemeyecek kadar uzaktı. Maviden mora, sonra da laciverde dönen dağların ardına gizlenmişti uzaklıklar. Kendimi daha yalnız ve yorgun hissediyordum. Artık nereye gitsem uzak, kime baksam yabancıydım. Yabancılığımı yalancılığımla gizlemeye çalışmam her şeyi daha karmaşık hale getiriyordu. Ben artık benden başka herkes olmuştum. Herkes oluşumun ardındaki ben olamayışım intihar kadar, ölüm kadar, hayat kadar, bir zelzele kadar sarsıcı, acı, yitik, yorucuydu.
Bunca insan bir yerlere yetişmeye çalışırken, nereye gideceğimi düşünemeyecek kadar yorgundu ayaklarım. Belki bu yüzden bu koşuşturmanın ortasında bu kadar eğreti duruyordu bedenim.
Tüm dünya kafamın içinde dönüyor, ben dünyanın içinde kayboluyordum. Dünyalar yığını arasında, ıssızlığın ortasında kalmıştım. Hayatta bazen hiçbir şey yetmiyor ya insana o an o hiçbir şeye bile muhtaçtım. O kadar da hiçtim. Bedenim bir hiç olmanın dayanılmaz ağırlığı altında ezilirken, ruhum bir hiç olmanın hafifliğiyle özgürleşmişti. Ama hangisinin
daha çok canımı yaktığını soran olsa cevap verecek durumda değildi beynim.
Ben ise bunları düşünürken yağmur başladı. Ben nedense bu şehri iyi tanırım. Tüm hayatımın geçtiği şehri. Yağmurunu özellikle. Ne zaman yağmur yağar ne zaman hava açar bilirim. Bardaktan boşalırcasına yağıyordu yağmur. Tüm insanlar saçak altlarına kaçışırken, ben orada öylece kalakaldım. Ruhum bedenim kadar ıslanınca son verecektim ıslanma nöbetime. Öyle çok ıslandım ki artık sular üzerimden süzülmeye başladı. Fakat ruhum bir türlü ıslanmıyordu. Ben hala bekliyordum ruhumun kanatlarının uçamayacak kadar sırılsıklam olup bedenime geri dönmesini. Bu ayrılık taşınmayacak kadar ağırdı. Yalnızlığım bu yüzden bu kadar çekilmezdi. Kimsesiz, kimliksiz ve yorgundum. Öyle çok hırpalanmış hissediyordum ki kendimi, ölümden başka hiçbir şey düşünemez olmuştu hislerim. Beynim bir harabeden farksızdı.
Yıllardır bir deli gibi O’nu arıyordum, Hem de kim olduğunu bilmeden. Nerede, nasıl bulacağımı, nasıl tanıyacağımı bilmeden, sadece arıyor ve bekliyordum. Belki kendimi, belki seveceğim birini, belki yıllarca
tapacağım tanrımı, belki defalarca terk edip döneceğim kürkçü dükkanını, belki kürkçü dükkanı olmayı beklediğimi, belki dünyanın orta noktasını, belki bedenime uyacak başka bir ruhu, belki bana zamanın ne zaman duracağını, nasıl ve ne şekilde durdurulacağını, özel göreliliği. Durmasının iyi mi yada kötü mü olacağını anlatan, herhangi bir yerde herhangi birini, belki hayatın anlamını kulağıma
fısıldayacak, gözlerimi fal taşı gibi açtıracak, dudağımı uçuklatacak hikayeler anlatan, simyada eline su dökülemeyen usta bir ermişi, belki de gümüşü parıldatan bir telkari ustasının gümüşü parlatmasını, belki… Arıyordum ve bilmiyordum ne aradığımı…
Bu arayış beni canımdan bezdiren, yağmur bulutlarının asla uğramadığı, ama her şeye rağmen tüm yaşayan insanların garip bir ısrar ve inançla yağmur dualarına çıktığı, üzerinde bir insanın bacağının
rahatlıkla sığabileceği kadar geniş çatlaklar bulunan, bir ağaca değil bir ota muhtaç, tüm canlıların terk ettikleri (bir kaç inatçı yaşlı dışında), bıkmadan usanmadan ilerlediğim kurak ve çorak, uçsuz bucaksız topraklardaki bir yolculuğa benziyordu. Belki de farkında olmadan o insanlar arasında en inatçısı, en yaşlısı, en inançlısı ben oluyordum.
Sürekli bir arayış içerisindeydim ve neyi, kimi aradığımı bile bilmiyordum. Ama aramaktan ve ümit etmekten hiç vazgeçmemiştim. Ansızın hayatıma gireceği günü bekliyordu ruhum ve beynim. Yıllardır arafta kalmanın acısını yaşıyor, bu durumdan nasıl kurtulacağımı bilmeden günlerimi geçiriyordum.
Derken onu gördüm. Onun rüzgarda dalgalanan hayalleri benim içimde bir yerden yakalayıp yere serdi. Ruhumun bedenime yukarıdan bakışı ilk defa bu kadar yabancı ve uzaktı. Daha önce de ölmüştüm, daha önce de bu kadar yabancı ve uzak mıydım diye sordum kendime. Gözleri, yerle bir olmuş ama ayağa kalkmaya çalışan bedenime ilişti, yoğun bir kargaşayla ve bir o kadar da aceleci içime doğru ılık ılık aktığını hissettim. Artık o bende hükmü sürecek ve benim hükmümü yerle bir edecek bir sarsılışla bana sahip olmuştu. Ruhuma, bedenime, benliğime…
Gözlerimin onu takip etmesinden rahatsızdı. Ama benim ona olan muhtaçlığımdan başka bir şey düşünemeyecek kadar içimdeydi işte. Yanına gidip konuşacak bir şeyler bulmalıydım ve bulduğum şey bu gece, belki her gece onu bana muhtaç kılmalıydı. Gitmek istese de gidememeliydi.
Sabahlara dek sadece yanımda kalmasını istiyordum. Bundan sonraki tüm güneş doğuşlarını beraber izlemek istiyordum. Yılların biriktirdiği yalnızlık tortusunu ancak o şaraba çevirip ikimizi de sarhoş edebilirdi.
Tüm benliğimiz, tüm varlığımız, tüm ruhumuz,tümümüz beraberdi ve öyle olmalıydı. Güneşin yüzünde doğuşunu izlemek istedim. Işınların tenine değip parçalanışını, parçaların un ufak dağılışını, tenini ısıtıp kayboluşunu, kaybolurken yeniden doğuşunu izlemek istedim. Bu büyünün
bozulmasından korkarak usulca kalkıp sokağa çıktım. Artık yeniden doğmuştum. Yeni bir bendim, belki onun bir başka haline dönüşmüştüm onun en mutlu haline.
Sokakta yine aynı kalabalık vardı ama bu defa çok farklıydı. Artık aceleci adımların anlamını çözmüştüm. Tekrar yaşanması mümkün olmayan tüm duygulara koşarak gidiyordum.